Dedikodu, Çin Yemeği, Vişne Çürüğü Ruj
2 posters
1 sayfadaki 1 sayfası
Dedikodu, Çin Yemeği, Vişne Çürüğü Ruj
Geçmiş rpsi değil. Çok tatlıydı gifler.
Dove & River
River Eve Dawnay- London Central - II. Sınıf
- Posts : 31
Geri: Dedikodu, Çin Yemeği, Vişne Çürüğü Ruj
Sonbahar tüm ihtişamıyla her yere yayılıyordu. Sokaklarda, çatılardaki su oluklarında yapraklar dolanmaya başlamıştı. Esintili öğleden sonraları vurmuştu İngiltere'yi. Güneşi görmek için uzunca bir süre gökyüzünde aranmanız gerekiyordu. Birkaç yağmur damlası size cevap veriyordu bazen. Soyunmaya başlayan ağaçların görüntüsü ve henüz dinmiş olan yağurun kokusu eşliğinde yürüyordu River Dawnay sokakta. Elinde Lennys' House'tan aldığı yemekleri soğutmamak için hızlı davranıyordu. Dove'un evinin yakınlarındaydı şimdi. Otobüsteki boğucu havadan kurtulmak için bir durak erken inip yürümeye başlamıştı. Tabi hayat bir film değildi, ne kadar River o tatta yaşamak istese de. Poşetin içindeki çorba soğuyabilir, pirinçler yavanlaşabilir ve dana etinin tadı bozulabilirdi. Yine de yürümek iyi geliyordu insana. İki hafta önce başına gelenleri düşünebiliyordu şimdi. Bir motor çetesiyle nasıl tanıştığını, onların partisine gidip kurşuna dizilmekten son anda kurtuluşunu, Clint'in onu eve bırakışını. Hayatında ilk defa motora binmişti o gece. Yüzüne çarpan rüzgar gözyaşlarını kurutmuş, Clint'in beline sıkıca doladığı kolları uyuşmuş ve yanağı adamın sırtındaki deriden pişmişti. Ne hissetmesi gerektiğini bilmiyordu. Eve dönüp kimseyle konuşmadan odasına daldığında bir daha Sophia'yla görüşeyeceğine dair yeminler etmişti. O motor kulübünün olduğu tamirhaneye adım atacağına ölüm fermanını imzalamaya hazırdı. Ama günler geçtikçe mi Sophia'yla provalarda rastlaştıkça mı yoksa kızın özür mesajları bir süre sonra komikleşip River'ı güldürmeye başlayınca mı yumuşamıştı fikirleri bilinmezdi. Sonuç olarak oraya bir daha gitmemişti. Ama Sophia'yla arkadaşlığı sürüyordu. Eline koz bile geçirmişti. Kızı sürekli iğneleyip onun üzgün yüzüne bakmak nedense garip bir zevk veriyordu. Aslında o garip zevki bu konuları açıp da aklına Clint'in gelmesi mi zevk veriyordu yoksa Sophia'nın tekrar tekrar özürlerini dileyip egosunu tatmin etmesi mi karar verememişti. Yirmi gün önceye kadar hayatındaki en önemli şeyin bale ve Othello olduğuna yemin edebilirdi. Emily rolünde onlarca seyircinin önünde parmak uçlarına çıkmak onun hayatının heyecanı olmalıydı. Othello'nun ilk gösteriminin üzerinden beş gün geçmesine rağmen onu düşününce her zamanki heyecan dalgası kaplamıyordu hiçbir yerini. Günlerce hata edip etmediğini düşünmüştü Sophia'nın peşine takılarak. Ama sonunda bunu da bırakmıştı ve akışına bırakmıştı işte. Hayatında kaç balerin sahnede veya televizyondaki çatışmalara değil de bire bir gerçeğine rastlamıştı bunu düşünüyordu yürürken. Keşke bir tane sayaç olsaydı. Dünyadaki herkesin neler yaptığını bilen ve sayan. Kaç kişi şu anda otobüste kafasını cama yaslamış uyuyordu? Kaç kişi şu an okuduğu kitaptan dolayı ağlıyordu? Kaç kişi şimdi gözünün önünde Clint'i canlandırarak dalgın dalgın yürüyüp kaldırım taşına takılıyordu acaba? Düşme tehlikesini son anda atlatmıştı. Bir su birikintisine basmaktan altındaki açık kahve pantolonun kirlenme korkusuyla atladı balerin adımlarıyla. Dove'un dairesinin olduğu apartmanın önünde durup baktı kızın camına. Çatı katının perdeleri sonuna kadar açıktı. Hava kararmaya başlamıştı ama ışık yanmıyordu. Büyük ihtimalle kız köşe lambalarından birini yakardı birazdan. Asansöre bindiğinde Dove'a olanlardan bahsedip bahsetmemeyi düşündü. Aslında bahsedebilirdi. Her şeyini paylaşıyordu ablasıyla ama bunu anlatırsa bir daha gidemezdi kulübe. Gerçi gitmeyecekti ki neden bunu düşünüyordu? Yine de işini sağlama alıp papara yememek için anlatmayacaktı işte. Asansörün ding sesiyle inip zili çaldı. Birkaç adım sesi koşturmaya döndü ve saniyeler içinde kapı açıldı. Karşısında saçları River kadar sarı, boyu birazcık daha kısa ve daha zayıf bir benzeri duruyordu işte. Dove, River'ın ergenliği sırasınca yerinde saymıştı ve yediği içtiğinden mi baleden mi yoksa ailenin bir tarafında gizli saklı duran uzun boy geninden miydi bilinmez bir şekilde River daha uzundu ondan. Sıkıca sarılıp içeri geçtiler gülüşmeler eşliğinde. Herkesin bir kaçış noktası vardı ve River'ınki de burasıydı. Ablası üniversiteyi kazandığında ailesi ona yeni evini almıştı hediye olarak.
“Geç kaldın hava kararmak üzere ve yemekleri beklediğimden hiçbir şey yemedim.” dedi Dove tatlı bir sitemle. River onun yanağına kocaman bir öpücük bırakıp poşeti uzattı ablasına. Elindeki şemsiyeyi de kapının yanındaki dilsiz uşağın askısına bıraktı. Dove mutfağa koşar adımlarla giderken River da içeri gidip ablasının dolabını açtı. Kaşe montunu bir çırpıda çıkardı. Altına kurbağalı bir kapri üstüne de yumuşak bir yeşil askılıyı geçirip içeriye gitmesi bir dakikadan kısa sürmüştü. Dove mutfaktaki minik müzikçalardan bir folk şarkısı açmıştı. Yemekler mikrodalgada ısınırken River da tezgaha tırmanıp oturdu.
“Ee naptın bakalım?” dedi mutluca. Ablası hayatındaki son gelişmeleri anlatmaya başladı sonra.
***
“O kadından her zaman nefret etmişimdir. Annemle iğrenç bir yarışa sokuyor kendisini.” dedi Dove kısık sesli televizyondan gelen sesleri duymazken. Britain's Best Dish'in eski bir bölümü vardı ve adam boyundan büyük bir yemeğe kalkışmıştı. Tavuk straganoff turtası. Dove'a dönüp hımıldandı. Ablası çubukların ucunda tuttuğu dana etini ağzına atarken içini çekti River da.
“Annem de bunun farkında. Sürekli kendini kıyaslıyor o kadınla.” Saçlarını küçükken topladıkları gibi toplamışlardı şimdi.Dove iki yanından örüp peliklerini omuzlarından aşağıya almıştı. River da iki yandan toplamıştı. Uzun kanepenin iki ucuna karşılıklı yerleşmiş bir şekilde yemeklerini yiyorlardı. Yanlamasına oturup sırtlarını dayamışlardı kollara. Dove kafasını sallayıp içini çekti.
“Bir de beni kızıyla kıyaslaması yok mu? Yok şu eğitimi almak için bunu yapmış, yok şuraya gitmiş.” River anlıyordu ablasını. Bazen anneler köpek yarışmasına getirdikleri kanişlerin saçlarına fön çeken insanlar gibi olabiliyordu.
“Onu bunu boşverelim de- bir dahaki oyunun ne zaman?” dedi Dove rahat kanepede bağdaş kurmuşken. Kahve sehpasının üzerindeki karabibere uzanıp pilavına sertpti biraz.
“Bir hafta sonra. Toplamda sekiz kere oynuyoruz. Biri gitti yedisi kaldı.” dedi River ağzından pirinçler saçılırken. Dove'a suçlu bir bakış atmıştı pirinç taneler için ama Dove gülüp geçmişti.
“Tamam. Bir dahakine Patrick'i de getiririm.” dedi Dove yüzündeki mutlu gülümsemeyle. River ona bakıp sırıttı. Ablasının üniversiteli, bir şirketin varisi olan sevgilisiyle River'ın arası iyiydi. Bazen burada karşılaşıyorlardı onunla, bazen hep beraber dışarı çıkıp bir şeyler yiyor sonra da River ikisinin eşliğinde iyi bir puba girebiliyordu. İşin aslı Dove'un hayatına çok özeniyordu. Üniversiteliydi artık, kendi evi vardı, sevgilisinin onu sevdiğini de görebiliyordu. Sevgiliden bahsedince aklına salakça bir şekilde gelen Clint'i kovdu gözünün önünden yine. Sanki katı bir şey varmış, bir sinekmiş gibi elini suratının önünde sallayınca Dove'un kaşları kalkmıştı.
“Pamukçuk uçuyordu da. Eee Patrick'le aran nası bugünlerde?” dedi elindeki yemeği sehpanın üzerine bırakıp koltuğa kafasını yaslarken.
“Geç kaldın hava kararmak üzere ve yemekleri beklediğimden hiçbir şey yemedim.” dedi Dove tatlı bir sitemle. River onun yanağına kocaman bir öpücük bırakıp poşeti uzattı ablasına. Elindeki şemsiyeyi de kapının yanındaki dilsiz uşağın askısına bıraktı. Dove mutfağa koşar adımlarla giderken River da içeri gidip ablasının dolabını açtı. Kaşe montunu bir çırpıda çıkardı. Altına kurbağalı bir kapri üstüne de yumuşak bir yeşil askılıyı geçirip içeriye gitmesi bir dakikadan kısa sürmüştü. Dove mutfaktaki minik müzikçalardan bir folk şarkısı açmıştı. Yemekler mikrodalgada ısınırken River da tezgaha tırmanıp oturdu.
“Ee naptın bakalım?” dedi mutluca. Ablası hayatındaki son gelişmeleri anlatmaya başladı sonra.
***
“O kadından her zaman nefret etmişimdir. Annemle iğrenç bir yarışa sokuyor kendisini.” dedi Dove kısık sesli televizyondan gelen sesleri duymazken. Britain's Best Dish'in eski bir bölümü vardı ve adam boyundan büyük bir yemeğe kalkışmıştı. Tavuk straganoff turtası. Dove'a dönüp hımıldandı. Ablası çubukların ucunda tuttuğu dana etini ağzına atarken içini çekti River da.
“Annem de bunun farkında. Sürekli kendini kıyaslıyor o kadınla.” Saçlarını küçükken topladıkları gibi toplamışlardı şimdi.Dove iki yanından örüp peliklerini omuzlarından aşağıya almıştı. River da iki yandan toplamıştı. Uzun kanepenin iki ucuna karşılıklı yerleşmiş bir şekilde yemeklerini yiyorlardı. Yanlamasına oturup sırtlarını dayamışlardı kollara. Dove kafasını sallayıp içini çekti.
“Bir de beni kızıyla kıyaslaması yok mu? Yok şu eğitimi almak için bunu yapmış, yok şuraya gitmiş.” River anlıyordu ablasını. Bazen anneler köpek yarışmasına getirdikleri kanişlerin saçlarına fön çeken insanlar gibi olabiliyordu.
“Onu bunu boşverelim de- bir dahaki oyunun ne zaman?” dedi Dove rahat kanepede bağdaş kurmuşken. Kahve sehpasının üzerindeki karabibere uzanıp pilavına sertpti biraz.
“Bir hafta sonra. Toplamda sekiz kere oynuyoruz. Biri gitti yedisi kaldı.” dedi River ağzından pirinçler saçılırken. Dove'a suçlu bir bakış atmıştı pirinç taneler için ama Dove gülüp geçmişti.
“Tamam. Bir dahakine Patrick'i de getiririm.” dedi Dove yüzündeki mutlu gülümsemeyle. River ona bakıp sırıttı. Ablasının üniversiteli, bir şirketin varisi olan sevgilisiyle River'ın arası iyiydi. Bazen burada karşılaşıyorlardı onunla, bazen hep beraber dışarı çıkıp bir şeyler yiyor sonra da River ikisinin eşliğinde iyi bir puba girebiliyordu. İşin aslı Dove'un hayatına çok özeniyordu. Üniversiteliydi artık, kendi evi vardı, sevgilisinin onu sevdiğini de görebiliyordu. Sevgiliden bahsedince aklına salakça bir şekilde gelen Clint'i kovdu gözünün önünden yine. Sanki katı bir şey varmış, bir sinekmiş gibi elini suratının önünde sallayınca Dove'un kaşları kalkmıştı.
“Pamukçuk uçuyordu da. Eee Patrick'le aran nası bugünlerde?” dedi elindeki yemeği sehpanın üzerine bırakıp koltuğa kafasını yaslarken.
River Eve Dawnay- London Central - II. Sınıf
- Posts : 31
Geri: Dedikodu, Çin Yemeği, Vişne Çürüğü Ruj
Yağsız tuzsuz pirinç taneleri yemek borusundan pıtı pıtı kayıp midesinin mutluluktan nefesini keserken River'ın sorusu üzerine hafifçe burkulur gibi oldu. Daha fazla yemek istemeyerek mavi işlemelerle süslü tabağını küçük kahve masasına bırakıp derin bir nefes aldı. Cevap o kadar basitti ki, beyni daha fazla açıklama yapması için dudaklarına şantaj yapıyordu. Gözleri başka, mantıklı bir cevap aramak için açık perdelerden dışarı kaydı. Temizliğe gelen kadın tarafından bir güzel parlatılan camın ötesinde London Eye, tüm bir şehri izliyordu. Işıklar dairenin üzerinde dans ettiğinden dikkati biraz dağılır gibi oldu. Düşünmek istemediği bir şeydi Patrick ile arasının nasıl olduğu, zira insan kendisinden utanabiliyordu.
Annesi Patrick'i çok severdi, saçları sarı diye, onların şirketiyle güzel anlaşmalar yapabilirler diye, saygılı bir çocuk diye, Dove'u seviyor diye; ama en çok saçları sarı diye. Dawnay ailesinin imzası saçlar, her ne kadar soyadları değişecek olsa da sağlanması gereken bir şart gibiydi. Orijinalinde bir Carey olan annesinin dış görünüşe verdiği bu önem yüzünden küçük bir Nazi Barbie ailesi olup çıkmışlardı. Plastik malikanelerinde, plastik insanlarla gittikçe daha da plastikleşerek yaşamaları gerekiyordu. Bunun adına da sosyete deniliyordu ki, şöyle bir gerçek vardı: Barbieler asla ölmez. Çünkü onları toprağa gömsen bile bir milyon yıl sonra bir robot-insan orayı kazıp onları bulabilir.
Ek olarak: Kimya'ya Giriş I adlı kitapta plastikler kimyasal yapılarına ve fiziksel özelliklerine göre şu şekilde ayrılırlar: termoplastikler, termosetler ve elastomerler. Özellikle konuya uygun olan termoplastikler, birbirine moleküller arası bağlarla bağlanmış ve kararlı bileşik gibi davranan çok sayıda molekülün yan yana dizilmesiyle elde edilen molekül zincirinden meydana gelmişlerdir. Yani ailesi. Dawnay eşittir termoplastik. Çok sayıda molekül eşittir aile bireyleri. Dışarıdan bakınca kenetlenmiş bir anne, baba ve çocuklar topluluğu. Kararlı duruyorlar, birbirlerine bağlanmış. Ama kendi içlerinde kocaman bir evin içinde birbirlerini zor buluyorlar. Yine de işte, bazı molekülleri diğerlerinden çok seversiniz, ayrışacağınız zaman onu da yanınıza almaya çalışırsınız elektronlarınız yettiğince. River, ailenin en organik elemanıydı Dove'a kalırsa. Eskiden her şeyi beraber yaparlardı. Hem de her şeyi. Tuvaletleri bile aynı anda gelir, aynı yatakta uyurlardı. Kavgaları çabuk biter, en azından birisi ölür gibi olduğunda diğeri durması gerektiğini anlardı.
Pencereden dışarı bakmayı kesmesi ve kurbağa desenli pijamasının içinde dudağını büken River'ı görmesi bir oldu. O meraklı ifadeyi biliyordu. Sorunun cevabını duymak istediğini de anlamıştı; çünkü Dove kendi çapında oldukça gizemli davranınca kız da kudurmuştu tabii meraktan. Televizyondaki mırıltılar bu sefer eski bir pembe diziye dönmüşken Dove dudaklarını büküp omzunu silkti, örgüleri titreşti.
"İyi." dedi nefesini iki dudağı arasından keyifsizce salarken. Beyni, istakozlar gibi canlı canlı haşlanmıştı. Acaba Çin'de beyni kaç Yuan ederdi? River ayaklarını toplayıp bağdaş kurdu Dove gibi. Kızın ilgisini daha çok çektiğini biliyordu işte. "İyiyi tanımla."
Ve volkan o an patladı, zavallı köylüleri kıpkırmızı lavlar yutuverdi.
"Aynı, benzer, her zamanki gibi, sıkıcı, çığlık atarak kaçmak istiyorum, o kadar monoton ki ancak dünya uzaylıların saldırısına uğrarsa küçük bir heyecan hissedebilirim. Keşke uğrasa bu arada. Ayrılmak için güzel bir sebep olurdu. Adam gittikçe kendisini kırk beş yaşında sanmaya başladı. Tamam biliyorum beni seviyor. Eminim hatta; ama aynı zamanda beni Geyşası sanmaya başlamış olabilir. Bu arada Geyşa da demişken Judo dersleri almaya başladım. Her neyse, sence de çok gıcık bir durum değil mi? Sadece çarşamba günleri sevişiyoruz mesela. Sonra her cumartesi aynı yerde yemek yiyoruz. Kot giymemden nefret ediyor. Neymiş çocuk değilmişim artık. Yetmiş yaşında adamlar kot giyiyor. Yani- sıkıldım. Gap Year meselesi sonra. Sen inanabiliyor musun- resmen gitmeyeyim diye ayaklarıma kapanmıştı. Sanırım evlenmek istiyor benimle. Okulun hemen bitmesini bekliyor- aman tanrım. Kesinlikle öyle bir şey yapmayacağım. Yine de ondan nasıl ayrılacağımı bilmiyorum. Karşıma geçip yavru köpek gibi bakıyorken- bir yavru köpeği nasıl terk edersin ki?"
"Aranız iyi ki kötü değilmiş."
Tekrar nefes alabildiğinde o kadar da suçlu hissetmiyordu kendisini. Sadece yüksek sesle bağırması gerektiğini fark etmişti. Sonra kalkıp camı araladı. Serin sonbahar gecesi dairesine dolarken kendi kendine gülümseyip buzdolabına yürüdü. River'ı çene gücüyle dehşete soktuğunu biliyordu. Kız zaten Patrick'e hiç bayılmazdı; ama kibarlık edip öyle çok da aşağılamazdı adamı. Ya da sadece publara daha çok gitmek
istiyordu. Okuldan dönerken aldığı bir şişe şarabı ve iki bardağı getirdi. Bir paket de sigara çıkardı. Çok nadiren içerdi ve işte şimdi ihtiyacı vardı. Tekrar koltuğa oturup River'a baktı. "Tamam. Patrick yerine Ned'i tercih ederim. Duyduğuma göre İngiltere'ye geri dönmüş ve yine duyduğuma göre tam burasına-" dedi boynunu gösterirken. "bir dövme yaptırmış. Gerçi sen bu aralar yeterince dövme görmüşsündür. Motorcular falan."
Kardeşinin suratında oluşan şok ifadesine bakıp gözlerini kırpıştırdı Dove. Yanlış bir şey mi söylemişti ki? "Hey. Tweetlerini hala okuyorum ufaklık. Hani şu rezil olmakla alakalı, bırakalım Patrick'i de konusunu da. Sen neler yapıyorsun?" dedi ikisine de birer bardak vişne şarabı doldururken. Sigara yakıp hafifçe öksürdü sonra. "Aman şuna da alışamadım, ister misin?"
Aslında demin söylediği korkunç cümleyi düşünüyordu. Ned'i tercih ederim. Ned. Ned. Ned. Eko eko. Ses deneme bir iki. Bu kelimeler topluluğunun ağzından fırlamasıydı belki de esas rahatlatan. Emin değildi. Çocuğun ülkeye döndüğünü duyduğundan beri onunla görüşmeyi istiyordu. Sanki onun tatlı tatlı asılmalarını özlemişti ya da zor kızı oynamayı. Bilemiyordu ki. Ama belki o da bıkmıştı Dove'un nazından niyazından. Kim bilirdi ki?
Annesi Patrick'i çok severdi, saçları sarı diye, onların şirketiyle güzel anlaşmalar yapabilirler diye, saygılı bir çocuk diye, Dove'u seviyor diye; ama en çok saçları sarı diye. Dawnay ailesinin imzası saçlar, her ne kadar soyadları değişecek olsa da sağlanması gereken bir şart gibiydi. Orijinalinde bir Carey olan annesinin dış görünüşe verdiği bu önem yüzünden küçük bir Nazi Barbie ailesi olup çıkmışlardı. Plastik malikanelerinde, plastik insanlarla gittikçe daha da plastikleşerek yaşamaları gerekiyordu. Bunun adına da sosyete deniliyordu ki, şöyle bir gerçek vardı: Barbieler asla ölmez. Çünkü onları toprağa gömsen bile bir milyon yıl sonra bir robot-insan orayı kazıp onları bulabilir.
Ek olarak: Kimya'ya Giriş I adlı kitapta plastikler kimyasal yapılarına ve fiziksel özelliklerine göre şu şekilde ayrılırlar: termoplastikler, termosetler ve elastomerler. Özellikle konuya uygun olan termoplastikler, birbirine moleküller arası bağlarla bağlanmış ve kararlı bileşik gibi davranan çok sayıda molekülün yan yana dizilmesiyle elde edilen molekül zincirinden meydana gelmişlerdir. Yani ailesi. Dawnay eşittir termoplastik. Çok sayıda molekül eşittir aile bireyleri. Dışarıdan bakınca kenetlenmiş bir anne, baba ve çocuklar topluluğu. Kararlı duruyorlar, birbirlerine bağlanmış. Ama kendi içlerinde kocaman bir evin içinde birbirlerini zor buluyorlar. Yine de işte, bazı molekülleri diğerlerinden çok seversiniz, ayrışacağınız zaman onu da yanınıza almaya çalışırsınız elektronlarınız yettiğince. River, ailenin en organik elemanıydı Dove'a kalırsa. Eskiden her şeyi beraber yaparlardı. Hem de her şeyi. Tuvaletleri bile aynı anda gelir, aynı yatakta uyurlardı. Kavgaları çabuk biter, en azından birisi ölür gibi olduğunda diğeri durması gerektiğini anlardı.
Pencereden dışarı bakmayı kesmesi ve kurbağa desenli pijamasının içinde dudağını büken River'ı görmesi bir oldu. O meraklı ifadeyi biliyordu. Sorunun cevabını duymak istediğini de anlamıştı; çünkü Dove kendi çapında oldukça gizemli davranınca kız da kudurmuştu tabii meraktan. Televizyondaki mırıltılar bu sefer eski bir pembe diziye dönmüşken Dove dudaklarını büküp omzunu silkti, örgüleri titreşti.
"İyi." dedi nefesini iki dudağı arasından keyifsizce salarken. Beyni, istakozlar gibi canlı canlı haşlanmıştı. Acaba Çin'de beyni kaç Yuan ederdi? River ayaklarını toplayıp bağdaş kurdu Dove gibi. Kızın ilgisini daha çok çektiğini biliyordu işte. "İyiyi tanımla."
Ve volkan o an patladı, zavallı köylüleri kıpkırmızı lavlar yutuverdi.
"Aynı, benzer, her zamanki gibi, sıkıcı, çığlık atarak kaçmak istiyorum, o kadar monoton ki ancak dünya uzaylıların saldırısına uğrarsa küçük bir heyecan hissedebilirim. Keşke uğrasa bu arada. Ayrılmak için güzel bir sebep olurdu. Adam gittikçe kendisini kırk beş yaşında sanmaya başladı. Tamam biliyorum beni seviyor. Eminim hatta; ama aynı zamanda beni Geyşası sanmaya başlamış olabilir. Bu arada Geyşa da demişken Judo dersleri almaya başladım. Her neyse, sence de çok gıcık bir durum değil mi? Sadece çarşamba günleri sevişiyoruz mesela. Sonra her cumartesi aynı yerde yemek yiyoruz. Kot giymemden nefret ediyor. Neymiş çocuk değilmişim artık. Yetmiş yaşında adamlar kot giyiyor. Yani- sıkıldım. Gap Year meselesi sonra. Sen inanabiliyor musun- resmen gitmeyeyim diye ayaklarıma kapanmıştı. Sanırım evlenmek istiyor benimle. Okulun hemen bitmesini bekliyor- aman tanrım. Kesinlikle öyle bir şey yapmayacağım. Yine de ondan nasıl ayrılacağımı bilmiyorum. Karşıma geçip yavru köpek gibi bakıyorken- bir yavru köpeği nasıl terk edersin ki?"
"Aranız iyi ki kötü değilmiş."
Tekrar nefes alabildiğinde o kadar da suçlu hissetmiyordu kendisini. Sadece yüksek sesle bağırması gerektiğini fark etmişti. Sonra kalkıp camı araladı. Serin sonbahar gecesi dairesine dolarken kendi kendine gülümseyip buzdolabına yürüdü. River'ı çene gücüyle dehşete soktuğunu biliyordu. Kız zaten Patrick'e hiç bayılmazdı; ama kibarlık edip öyle çok da aşağılamazdı adamı. Ya da sadece publara daha çok gitmek
istiyordu. Okuldan dönerken aldığı bir şişe şarabı ve iki bardağı getirdi. Bir paket de sigara çıkardı. Çok nadiren içerdi ve işte şimdi ihtiyacı vardı. Tekrar koltuğa oturup River'a baktı. "Tamam. Patrick yerine Ned'i tercih ederim. Duyduğuma göre İngiltere'ye geri dönmüş ve yine duyduğuma göre tam burasına-" dedi boynunu gösterirken. "bir dövme yaptırmış. Gerçi sen bu aralar yeterince dövme görmüşsündür. Motorcular falan."
Kardeşinin suratında oluşan şok ifadesine bakıp gözlerini kırpıştırdı Dove. Yanlış bir şey mi söylemişti ki? "Hey. Tweetlerini hala okuyorum ufaklık. Hani şu rezil olmakla alakalı, bırakalım Patrick'i de konusunu da. Sen neler yapıyorsun?" dedi ikisine de birer bardak vişne şarabı doldururken. Sigara yakıp hafifçe öksürdü sonra. "Aman şuna da alışamadım, ister misin?"
Aslında demin söylediği korkunç cümleyi düşünüyordu. Ned'i tercih ederim. Ned. Ned. Ned. Eko eko. Ses deneme bir iki. Bu kelimeler topluluğunun ağzından fırlamasıydı belki de esas rahatlatan. Emin değildi. Çocuğun ülkeye döndüğünü duyduğundan beri onunla görüşmeyi istiyordu. Sanki onun tatlı tatlı asılmalarını özlemişti ya da zor kızı oynamayı. Bilemiyordu ki. Ama belki o da bıkmıştı Dove'un nazından niyazından. Kim bilirdi ki?
Dove Dawnay- Cambridge I.Sınıf
- Posts : 13
Geri: Dedikodu, Çin Yemeği, Vişne Çürüğü Ruj
Yıllar geçecekti ve River'la Dove yaşlı birer kadın olacaktı. Yine böyle oturacaklardı. Hayatlarında kim varsa onları uzaklaştıracaklardı bir süreliğine. Belki çocukları ve torunları olurdu. Belki de sayısını hatırlayamayacakları kadar kedileri. Yine de fark etmeyecekti. İkisi de birbirlerini yalnız bırakmayacaklarını biliyordu, önemli olan buydu. Ablasının dalgın halinin ve gülümsemesinin altındaki buruk halini anca fark edebildiği için küfretti kendisine. O kadar 'Dove benim her şeyim biz onunla konuşmadan anlaşırız.' hallerini düşündü. Son zamanlarda yaşadığı garip şeyler onu ablasından koparmamıştı ama kızla da ilgilenememişti ki. Elindeki kadehe baktı River. Evirip çevirip şarabın derinliğini ölçmeye çalıştı. Dumanın arasından gördüğü Dove'a bakıp içini çekti sonra. Motorcu işinin dehşetini sonra konuşmak isterdi belki ablası. Ama ona ne anlatacağından da emin değildi. Belki de eskiden güzel şimdilerde de sıkıcı olduğu balerin hayatına dönüp mutlu mesut yaşamalıydı. Duvara baktığında bile gözünün önünde gelen Clint görüntüsünü fırçalayıp temizlemeliydi. Emin olamayarak içini çekti.
“N'oldu küçük kurbağa? Bu hisli iç çekişler senin işin değildi.” dedi Dove, kardeşine gülümseyerek bakarken.
“Patrick'in bu kadar salak olduğunu bilmiyordum ondan.” dedi River ustaca yalan söylediğini düşünüp. Ama Dove'un River'ın beynine girmek gibi süper bir yeteneği olduğunu unutmuştu. Yine de kızın çaktırmadan hımlayıp dinlediğini belli eden bir ses çıkardığını duydu.
“Ne sanıyor ki kendini? Önce biraz kilo alsın sıska köpek.” Şarabından büyük bir yudum alıp Dove'a bakmaya devam etti. “Senin onu sevdiğini sanıyordum. O da seni seviyor diye iyi bir gibi gelirdi. Biliyorsun arada beni de dışarı çıkardığınızdan seviyordum onu. Ama sana böyle hissettirdiğini bilseydim yemin ederim sevmezdim.” dedi büyük bir suçlulukla. Belki de Dove yine bencillik etmeyip bu yüzden ayrılmıyordu Patrick'ten. Ailesinin Patrick'i sevdiğini düşündüğünden yani. Çünkü çekirdek Dawnay ailesinin ebeveynleri Patrick'in bir numaralı fanlarıydı. Yine de babalarıyla bu konuyu konuşurlarsa adamın anlayış göstereceğini biliyordu River. Adam kızlarına kıyamazdı çünkü.
"Az önce seni kıskandığımı düşünüyordum. Kötü anlamda değil.” dedi River son cümleyi hızlıca söylerken. Dove yanlış anlamazdı biliyordu da düzeltme gereği duydu. “Ne bileyim evin var, üniversiteye gidiyorsun ve Patrick'le mutlusun diye düşünüyordum.” İçini çekip şarabını yarıladı. Dove da kadehini bitirdiğinden kendisine yeni bir tane koyuyordu. River kendi bardağının üstüne ekletti biraz daha. Bir iki saniye sessiz kaldıklarında ablasına baktı.
“Biz onlardanız ama değil mi? Yani şu mutsuz olsa da mutlu gözüken insanlardan. En büyük örneğimiz anne babamız zaten. Onların da sorunlu olduğnu biliyoruz ama sürekli bize mutluluk oyunları oynuyorlar.” dedi dramatik bir sesle. Bilerek yapmamıştı bunu ama söylediği ve düşündüğü şeylerden dolayı sesi bu şekilde çıkıyordu. Ablası hala River'ı belli belirsiz bir gülümsemeyle izlerken River ileri geri sallandı bağdaş kurmuş haliyle.
“Madem öyle ayrıl Patrick'ten.” dedi sonunda kaşlarını kaldırıp. Dove'un söylemesi kolay demesini beklerken ablasının ikinci sigarayı yakışını izledi River. Sonunda uzanıp kendisi de paketten bir tane çekti. Clint'in ağzından sürekli düşürmediği zehirli emziğinden River'ın da dudakları arasında vardı şimdi. Büyük bir nefes çekti ve yaklaşık bir dakika kadar öksürdü. Sonunda iyi olduğuna karar verdiğinde Dove'un sesini duydu.
“Belki de öyle yapmalıyım.” dedi Dove bu sefer kendisinden emin bir sesle. River ona kocaman bir gülümseme verirken yaşadıkları hayatın yalanlığını düşünüyordu hala. Dışarıdan bakılınca o kadar harika bir hayatın içindeydiler ki. Ama bir o kadar da savunmasızlardı. Sokakta herkes farklı bir dünyayı yaşıyordu ve hepsinin elinde bir silah vardı. Bunun o ateşli silahlardan olmasına gerek yoktu. Kimi zekasını, kimi sivri dilini kimi de bedenini kullanarak silaha dönüştürüyordu işte.
Şöyle bir şey vardı ki River'ın doğasında mutsuzluk yoktu. Evet, mutsuz olabileceği bir sürü şey yaşamıştı belki. Aynı şekilde de mutlu olabileceği. Ama kendisine yeni bir daire verildiğinde mutlu olacak ya da bileğini burktuğunda mutsuz olacak diye bir kaide yoktu. Mutlu ya da mutsuz olmak bir mizaçtı. Her şeyin etkisi bir süre sonra dinerdi. İnsan boş boş otururken anlardı işte mutlu muydu mutsuz muydu? Polyannalık değildi mutlu olmak. Mutlu olmak sadece mutlu olmaktı.
Birer kadeh daha şarap içerlerken River alkole dayanıklılığını da test etmeye çalışıyordu. İkisine de biraz cesaret gelmişti şimdi. Buradayken istedikleri gibi konuşabilirlerdi, karışacak kimseleri yoktu ki.
“Ned demiştin.” dedi sonra River kaşlarını kaldırıp. Ned'i hatırlıyordu az buz. Çocuk İngiltere'ye her döndüğünde şatafatlı yemekelrden birinde karşılaşırlardı. Biraz yavşak olmasına rağmen eğlenceli bir tipti. Her karşılaştıklarında Dove'a sevgilisinden ayrılması gerektiğini Ned'le daha mutlu olabileceğini söylerdi. Biraz deli dolu bir tipti, tepkileri kestirlemezdi. Patrick kadar temiz bir imajı olmasa da herkes severdi adamı.
“Ne dövmesi yaptırmış burasına?” dedi sonra kendisi de boynunu gösterirken.
“Bilmem. Ama garip değil mi? Hiçbir şeyi düşünmüyor.” dedi Dove kıkırdayıp. Kestiremediği bir şey vardıysa şimdi Dove'un Ned'e bakışıydı. Yani Dove'un tüm kalbiyle Ned'den nefret etmediğini biliyordu ama River da dengesiz buluyordu bu adamı. Gerçi bunu motorcu partisine gidip onlardan birine kendisini kaptıran River düşünüyorduysa diğerleri ne düşünsündü bilememişti.
“Dövme demişken.” dedi sonra Dove. River ağzını açtığı için kendisinden nefret etti. Motorcu işini soracaktı yine ve bu sefer kaçışı yoktu. Ne zamandır Dove'dan bir şeyler saklıyordu ki River? Sonunda çenesi açıldı kendisinin üçüncü, Dove'un da dördüncü kadehinde. Şarap bitmek üzere diye üzüldü içten içe.
“Sophia'nın işi.” Yine Sophia'yı suçlayacaktı. Belki de Twitter'a böyle şeyler yazmaması gerekiyordu River'ın. “Sevgilisi bbu motorculardan biri. Ama öyle bir tip değil çocuk. Genç zaten.” dedi bu işten nasıl sıyrılacağını düşünürken. İyisi mi Clint'in konusunu açmamak ve Dove'un da telepatik güçlerini kullanmamasını ummaktı.
“Geçen gün benimle gel beş dakika diye tutturdu. Sonra içeri girdik. Tabi işte motorcu adamlar falan vardı. Benimle dalga geçtiler biraz. Utandım ama takmadım. Bu kadar yani.” Konuyu böyle eksik anlatmıştı, büyük bir vicdan azabı içini kavraraken gülümsedi ablasına. “Bir sigara daha içeyim mi?”
“N'oldu küçük kurbağa? Bu hisli iç çekişler senin işin değildi.” dedi Dove, kardeşine gülümseyerek bakarken.
“Patrick'in bu kadar salak olduğunu bilmiyordum ondan.” dedi River ustaca yalan söylediğini düşünüp. Ama Dove'un River'ın beynine girmek gibi süper bir yeteneği olduğunu unutmuştu. Yine de kızın çaktırmadan hımlayıp dinlediğini belli eden bir ses çıkardığını duydu.
“Ne sanıyor ki kendini? Önce biraz kilo alsın sıska köpek.” Şarabından büyük bir yudum alıp Dove'a bakmaya devam etti. “Senin onu sevdiğini sanıyordum. O da seni seviyor diye iyi bir gibi gelirdi. Biliyorsun arada beni de dışarı çıkardığınızdan seviyordum onu. Ama sana böyle hissettirdiğini bilseydim yemin ederim sevmezdim.” dedi büyük bir suçlulukla. Belki de Dove yine bencillik etmeyip bu yüzden ayrılmıyordu Patrick'ten. Ailesinin Patrick'i sevdiğini düşündüğünden yani. Çünkü çekirdek Dawnay ailesinin ebeveynleri Patrick'in bir numaralı fanlarıydı. Yine de babalarıyla bu konuyu konuşurlarsa adamın anlayış göstereceğini biliyordu River. Adam kızlarına kıyamazdı çünkü.
"Az önce seni kıskandığımı düşünüyordum. Kötü anlamda değil.” dedi River son cümleyi hızlıca söylerken. Dove yanlış anlamazdı biliyordu da düzeltme gereği duydu. “Ne bileyim evin var, üniversiteye gidiyorsun ve Patrick'le mutlusun diye düşünüyordum.” İçini çekip şarabını yarıladı. Dove da kadehini bitirdiğinden kendisine yeni bir tane koyuyordu. River kendi bardağının üstüne ekletti biraz daha. Bir iki saniye sessiz kaldıklarında ablasına baktı.
“Biz onlardanız ama değil mi? Yani şu mutsuz olsa da mutlu gözüken insanlardan. En büyük örneğimiz anne babamız zaten. Onların da sorunlu olduğnu biliyoruz ama sürekli bize mutluluk oyunları oynuyorlar.” dedi dramatik bir sesle. Bilerek yapmamıştı bunu ama söylediği ve düşündüğü şeylerden dolayı sesi bu şekilde çıkıyordu. Ablası hala River'ı belli belirsiz bir gülümsemeyle izlerken River ileri geri sallandı bağdaş kurmuş haliyle.
“Madem öyle ayrıl Patrick'ten.” dedi sonunda kaşlarını kaldırıp. Dove'un söylemesi kolay demesini beklerken ablasının ikinci sigarayı yakışını izledi River. Sonunda uzanıp kendisi de paketten bir tane çekti. Clint'in ağzından sürekli düşürmediği zehirli emziğinden River'ın da dudakları arasında vardı şimdi. Büyük bir nefes çekti ve yaklaşık bir dakika kadar öksürdü. Sonunda iyi olduğuna karar verdiğinde Dove'un sesini duydu.
“Belki de öyle yapmalıyım.” dedi Dove bu sefer kendisinden emin bir sesle. River ona kocaman bir gülümseme verirken yaşadıkları hayatın yalanlığını düşünüyordu hala. Dışarıdan bakılınca o kadar harika bir hayatın içindeydiler ki. Ama bir o kadar da savunmasızlardı. Sokakta herkes farklı bir dünyayı yaşıyordu ve hepsinin elinde bir silah vardı. Bunun o ateşli silahlardan olmasına gerek yoktu. Kimi zekasını, kimi sivri dilini kimi de bedenini kullanarak silaha dönüştürüyordu işte.
Şöyle bir şey vardı ki River'ın doğasında mutsuzluk yoktu. Evet, mutsuz olabileceği bir sürü şey yaşamıştı belki. Aynı şekilde de mutlu olabileceği. Ama kendisine yeni bir daire verildiğinde mutlu olacak ya da bileğini burktuğunda mutsuz olacak diye bir kaide yoktu. Mutlu ya da mutsuz olmak bir mizaçtı. Her şeyin etkisi bir süre sonra dinerdi. İnsan boş boş otururken anlardı işte mutlu muydu mutsuz muydu? Polyannalık değildi mutlu olmak. Mutlu olmak sadece mutlu olmaktı.
Birer kadeh daha şarap içerlerken River alkole dayanıklılığını da test etmeye çalışıyordu. İkisine de biraz cesaret gelmişti şimdi. Buradayken istedikleri gibi konuşabilirlerdi, karışacak kimseleri yoktu ki.
“Ned demiştin.” dedi sonra River kaşlarını kaldırıp. Ned'i hatırlıyordu az buz. Çocuk İngiltere'ye her döndüğünde şatafatlı yemekelrden birinde karşılaşırlardı. Biraz yavşak olmasına rağmen eğlenceli bir tipti. Her karşılaştıklarında Dove'a sevgilisinden ayrılması gerektiğini Ned'le daha mutlu olabileceğini söylerdi. Biraz deli dolu bir tipti, tepkileri kestirlemezdi. Patrick kadar temiz bir imajı olmasa da herkes severdi adamı.
“Ne dövmesi yaptırmış burasına?” dedi sonra kendisi de boynunu gösterirken.
“Bilmem. Ama garip değil mi? Hiçbir şeyi düşünmüyor.” dedi Dove kıkırdayıp. Kestiremediği bir şey vardıysa şimdi Dove'un Ned'e bakışıydı. Yani Dove'un tüm kalbiyle Ned'den nefret etmediğini biliyordu ama River da dengesiz buluyordu bu adamı. Gerçi bunu motorcu partisine gidip onlardan birine kendisini kaptıran River düşünüyorduysa diğerleri ne düşünsündü bilememişti.
“Dövme demişken.” dedi sonra Dove. River ağzını açtığı için kendisinden nefret etti. Motorcu işini soracaktı yine ve bu sefer kaçışı yoktu. Ne zamandır Dove'dan bir şeyler saklıyordu ki River? Sonunda çenesi açıldı kendisinin üçüncü, Dove'un da dördüncü kadehinde. Şarap bitmek üzere diye üzüldü içten içe.
“Sophia'nın işi.” Yine Sophia'yı suçlayacaktı. Belki de Twitter'a böyle şeyler yazmaması gerekiyordu River'ın. “Sevgilisi bbu motorculardan biri. Ama öyle bir tip değil çocuk. Genç zaten.” dedi bu işten nasıl sıyrılacağını düşünürken. İyisi mi Clint'in konusunu açmamak ve Dove'un da telepatik güçlerini kullanmamasını ummaktı.
“Geçen gün benimle gel beş dakika diye tutturdu. Sonra içeri girdik. Tabi işte motorcu adamlar falan vardı. Benimle dalga geçtiler biraz. Utandım ama takmadım. Bu kadar yani.” Konuyu böyle eksik anlatmıştı, büyük bir vicdan azabı içini kavraraken gülümsedi ablasına. “Bir sigara daha içeyim mi?”
River Eve Dawnay- London Central - II. Sınıf
- Posts : 31
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz